12 Eylül 2014 Cuma

Umut

3 heceli bir gemi yüzüyor alyuvarlarım arasında,
Hüznü, yalnız gece sananlar basıyor o sıra mahremimi.
Kelimeler döküyorum benimle yaşasın diye,
En ince yerlerinden kopartıyorum keyiflerimi.
Sofrana tek tabak koyuyorsun,
YAPTIM DİYEBİLMEK İÇİN ÜZMÜYORUM SENİ.
Hecelerin biri zaten hep oradaymış.

31 Ağustos 2014 Pazar

Katline Ferman


İncelir, en kısa raksında bile yosmanın eteği,
Hayali, hayasız bir pezevenk eline düşeni.
Kemankeş Mustafa'nın yüz görümlüğü, piç talihi,
Kadıköy'ün arka sokaklarında bir gece dillendi.

Çek baba küreği, yamuk bu evren!
Kaymış mizanı, siktir çekerken!

Yedi tepeli bir garın, daimi müdavimi,
Koskoca salonda bir o gidenleri göremedi.
Hocalar ki her sabah, uykunun şerrini söyledi,
Gayrı katline ferman, yakmalı bu kenti.

20 Temmuz 2014 Pazar

BELA

Bela

Önce söz vardı. Ne kulak duyar, ne göz işitirdi bu sözü. Dudaklar oynamazdı bu söz söylenirken, gerçeğin sırrı ile mühürlenmiş olurdu. Ancak ten hissedebilirdi bu sözü, o da şüpheli. İşte tam sırrın açığa çıktığı an başlardı BELA. Teklik, çiftliğe döndüğü anda, anlam denen anlamsızlığın gölgesi inerdi gerçeğe, aks kırılırdı. BELA, vazgeçmemekti gerçekten, doğrulamaktı.

Sözün anlamlandırılması her zaman mantıksızdı. Keza söz, bütün ve tekti. Anlamsa her daim ikilikler doğurmaya gebe. Gerçek, ikilik kabul etmezdi, zira tek bir insan, tek bir dünya, tek bir evren, tek bir tanrı, tek bir söz ve tek bir aşk vardı. Peki bu tek aşkını yaşayan Adem’in, aşkını gerçek kılan Havva’sı, gerçeği de bozan mıydı?

Ademlerin kaderleri hep üst üste biniyordu alemde. Birinin sözü, diğerinin yazısı. Tüm bunlardan habersiz bir Adem çıkmıştı bir keresinde sahneye:

‘BEN BU DÜNYADAN BİR KERE ŞANIM İLE GEÇECEĞİM. VE ŞAN, BÜYÜK ZAFERLER KAZANANLARA DEĞİL, YENİLMEYENLERE YAZILIR.’ demişti.

Yenilmedi Adem. Kazanmadı da. Adem, alemlere, alem, ademlere karıştı sadece. Söz kırıldı, yazı taşındı. Anlatılan tüm kıssalar da aynı sözü aradı, aynı sözü anlattı.

Söz ile ilk karşılaştığımda dünya durmuştu. Sıradan bir Pazar günü akşamıydı. Tüm anlamlarıyla bir 7. gündü. Hayatta parça parça olaylar görürsünüz. Kiminden bir koku, kiminden bir renk, kiminden sadece sessizlik kalır geriye. Bunların kocaman bir yapbozun minicik parçaları olduğunu ancak bir 7. günde anımsarsınız ve sonra sizde ademe yakışanı yapıp ilk kıssayı anlatırsınız:

‘BENİ SANA GETİREN YOL, ELBET BİR GÜN SENİ DE BANA GETİRİR.’’

İlk yarayı da burada alırsınız. Artık olmuş olanın, yolunu bağlamalısınızdır. Ben, bırakıp kaçtım. Yakalandığımı sezdiğim an, hayvansal bir iç güdü ile yaptım bunu. Yakalanmak için kaçtım.

Oysa evren de, sayılar gibi oldukça açıktır. Tek yapmamız gereken biraz uzaklaşıp, resmin bütününe bakabilmektir. Başka bir deyişle olasılıkları bitirmektir. İçimizde ki azizeleri ve totemleri yıkmaktır.
Mekanik bir tek düzelik ile yola koyulup, her akşam sıcak yatağa yatmaktır. Tek başladığınız yolu, tek bitirmektir. Oysa Adem'in aradığı şeyin sırrı hiyelde değil simyada gizlidir:

'MEKANİĞİN BİTTİĞİ YERDE, HİSSİYAT BAŞLAR.'

27 Mayıs 2014 Salı

YEK

Yaygın olarak bilinen küçük kıyamet türlerinden biri de içsel ölümdü. Keza bu tip ölümlerde meftayı kaldıracak cemaat de mefta gibi ölü olduğundan, arkasından hayır duası okuyup, hakkını helal edecek kimse bulunmazdı. Lakin, hiç bir meftanın toprağa karışmadığı görülmediğinden, hakkın mucizesi olarak yeniden doğuş gerçekleşirdi. Zaten ölüm de tek başına korkulacak bir hadise değildi. Şekspir'in de dediği gibi: 'Korkulan ölümden sonra görülecek düşler.' idi.

Her nefis ölümü bir gün tadacaktı. Ölüm mutlaktı, ölüm haktandı. Lakin ölümün kişinin kendi elinden olmamasına ve hatta kendini öldürmesi en büyük günah sayıldığı halde, içsel ölümlerde adem neden kendi cellatlığını yapardı? Bu büyük yıkımın ustaca hünerini mi paylaşmak istemezdi? Yahut kendini öldürülmeyecek kadar kibirli mi görürdü? Satre doğru söylüyordu: 'İnsan, insanın cehennemidir!'

O büyük, dipsiz, sarp kuyulara ancak kendimizi atardık. Cellatımız bizi büyük bir nezaketle o kuyunun başına getirir ve orada bırakırdı. Bu raddede şuna da değinmemiz gerekir. Mutluluk dediğimiz hadise de bu kuyunun etrafında yaşanırdı. Bir zaman sonra cellat diyeceğimiz kişi ilk belirdiği anda bir melek olarak bizi o kuyunun başına getirdiğinde, kuyunun dibine bakar ve ne kadar yüksekteyim diye böbürlenirdik. O meleğe yanımızda olup bunu gördüğü için şükranlarımızı sunar, onu dualarımız ile kutsardık. Yalnız onun bunu görebileceğine inanırdık. Atilla İlhan'ın da dediği gibi: 'Onlar gibi değilsin sen, başkasın!'

Melek bir süre sonra, kendi kuyusunu düşünüp, onu merak ettiği anda ise insana dönüşürdü. Bunun olmasını ilk başta doğal karşılar, ona bu kuyunun ikimizi de yüksek göstereceğinden bahseder, bu haklı gururu paylaşmayı teklif ederdik. İnsan, karşısındakinin teklifini dinler, kuyuya alıcı göz ile bakar, eğer kendi kuyusuna benzer yahut daha derin değilse kalmayı seçerdi. Lakin kuyu, kendi kuyusundan daha derinse, bundan hayıflanır ve kendi kuyusunu derinleştirmek üzere gideceğinden bahsederdi. Tom Waits'in de dediği gibi: 'Seni seviyorum bebeğim ama daha eve yolum var.'

Gitmeye karar verdiği o son evrede ise insan, cellata dönüşür, bizi büyük bir nezaket ile orada bırakır ve giderdi. Cellatın bu davranışına sinirlenen biz de kuyumuza bir kez daha aşık olur ve onun her yerine sahip olabilmek için büyük bir şevkle atlar ve ölürdük. Her şeyin dediği gibi: 'SON'

25.05.2014
17:48
Emre Konuk

Dip not: Bunu da demesem olmazdı. Ahmet Kaya'nın dediği gibi: 'İçimde ölen biri var!'

8 Ocak 2014 Çarşamba

Sıcak

13.12.13
05:33

SICAK

Ovuşturarak açtı gözlerini. Boynu fena tutulmuştu. Havada garip bir koku vardı, koğuşta yatmışcasına terli bir koku. O an fark etti otobüste olduğunu. Yanı boştu, keza dışarsıda. Göz alabildiğine çıplak, çorak, kar kaplı bir yerin ortasında gidiyordu. ‘Amına koyayım!’ dedi içinden ya da öyle zannetti. Etrafa bakındı bir tabela, bir yazı, her hangi bir şey aradı nereye gittiğini anlamak için. Boşuna, hiç bir şey yoktu. Ceblerini yokladı. Cüzdan yerinde, telefon yerinde. Derken iç cebine attı elini. Bilet parçasını buldu önce. Tam ‘İstanbul’ yazılı yerinden kesilmiş. Hatırlar gibi oldu o an. Evdeydi, yatağındaydı, onunlaydı.

Onunla yatarken korkuyordu. Alışmamıştı çünkü, bir şey vardı sevdiği bir şey adını bilmediği, tadı hayal meyal aklına geldiğinde kokusu burnuna çalınan ama asla tamam diyip tutamadığı bir şey. Alışmak istese kendini bıraksa o zaman bildiği bir şey olacaktı, kaybetmek. Döndü durdu yatakta, hem sarılmak istiyordu hem uyandıracağından korkuyordu, gerildikçe de canı sigara çekiyordu. İstemeye istemeye kalktı  yataktan, geçti içeri oturdu.

Bileti geri koydu cebine. Ter kokusunun arasından bir koku sıyrıldı o arada, üstü koyuyordu. Nasıl kokmazdı zaten en son o giymişti. Sıcak dedi. Çiçek dedi. Koyamadı adını yine bir türlü. Tek bir zamir vardı zaten her şeyi tamamlıyordu, o. Kağıt parçasını çıkartı cebinden. Üstüne bir şeyler karalamıştı ama o kadar boktan bir el yazısı vardı ki kendi bile hatırlamıyordu ne olduğunu. Kelimeler seçebildiği sadece. El, kokmak, yol.

Sigarasını yakıp gözlerini kapadı. Onu düşünüyordu, 3 adım ötede ki onu. Tanımıyordu onu ya da tanımadığını sanıyordu. Anlattığı kadar vardı, anlattığı kadar çoktu. Ben ne kadar varım ki diye düşündü. Anlatamamıştı kendini, anlatma geriği duymamıştı çünkü huzurluydu onun yanında. Peki ya uzakta? Uzakta huzursuztu, uzakta mekanlar vardı, orada. Kıskanç bir adam olduğunu söyleyememişti mesela hele de sevince daha çok kıskanacağını, çok özleceğini de söylememişti ve çoğu şeyi demeyeceğini de. Söylediği her ismin, onlar ve onun hep o olacağını. Anlatamamıştı, anlatmamıştı.

Düğümlendi boğazı, su isteyecekti vazgeçti. Konuşmak istemiyordu. Şu an tek istediği yolda olmaktı ve yoldaydı. Tek dileği ise onda saklı.

Yatağa dönmeye karar verdi ama buz kesmişti her tarafı. Vazgeçti, dokunursam üşür uyanır dedi, kaldı oturduğu yerde. İçi geçti, baktı olacak gibi değil aldı diğer yorganı döndü yatağa. Uyandı o, onu gördü sarıldı. Isıtmaya çalıştı onu. Rüya görmüştü, gidiyordu.

Gidiyordu. Nereye gittiğinin önemi yoktu zaten artık bağzı mesafeler hep uzaktı çünkü kilometre olmayan cinsinden.

Yine görüştüler, yine ayrıldılar. İşler vardı, güçler vardı, yapılması gerekenler, yapılmak istenenler vardı. Bazen çok hızlı, bazen ala bildiğine yavaştı ama hep giden hep ilerliyen bir şeyler vardı. Çok şey vardı.

İyi ki vardı. İyi ki bir yerlerde olacaktı. O hep sıcak elleriyle bir yatakta kıvrılmış, düşlerinin yorgunluyla hafif kıpırtılı, yemyeşil gözleriyle o olacaktı.


Emre Konuk
feat
Ara Dinkjian Quartet – My Dark Place